Bir dal ver yelkovan kuşlarının peşi sıra yüreğine
Ömür sunulmuş bir armağansa sana,
Sen de sunulmuş bir armağansın yaşama.
Masalsa her şey
Yaşamın Kıyısında
Sen de masal kahramanısın
Yüreğin albatros !
Sevinçlerin ellerinde sonbahar yaprakları misali!
Ömür sunulmuş bir armağansa Can’a
Bir dal ver albatrosa yelkovan kuşlarının peşisıra…


Balkanların güzel ülkesi, Saray Ovası ile 2005 Temmuzu’nda tanıştım. 2006 ve 2007’de ise burada yaşayarak, Boşnakların Türkiye’ye göçü ile ilgili araştırmalarda bulundum. Bosna’ya her seyahat ayrı bir tad, ayrı bir heyacandı. Her seyahat ile gördüğümüz kişi ve mekânları daha önceden gördüklerimizle mukayese eder, ortaklıklar ve zıtlıklarla ilgi kurarız. Kendimizi yenileriz. Balkanlar o güne kadar benim için ninemin ve akranlarının göç hikâyesiydi, çocukluğumdan bugüne belleğimde kalan.

Saraybosna’ya ilk yolculuğum, Bosna’da Türkoloji bölümlerinde tarih dersleri veren sevgili hocamın daveti üzerine, gerçekleşmişti. Saraybosna-Butmir’deki havaalanına inişle birlikte macera başlamıştı. Uçağın penceresinden bizi selamlayan, şehrin kenarlarına rastgele serpiştirilmiş, bir ya da iki kattan oluşan kırmızı çatılı evler ve yemyeşil doğa Saraybosna’ya kısa sürede alışmamdaki önemli etkenlerdendi. İlk sürprizi de, bavulumun kaybolmasıyla yaşadım. Belge belliği değiştiremezmiş, ya; Ben Balkanlarda, bavul olduğu yerde. Şimdi nice fotoğraf karesine şöyle dönüp bakınca, pembe bluzlu anlar ve akşamları hocamın eşofmanlarıyla dinlendiğim geceleri gülümseyerek hatırlıyorum. İlk yolculuğum, benim için ayrı bir anıdır, kaçan bavul hikâyesi!

Hasret gidermenin ardından, ne olduğunu anlayamadan, bir arabayla kırmızı çatılı evlerin arasından ilerliyoruz, etraftaki reklam panolarına göz gezdirirken, bir kulağımla da hocamın Bosna’ya dair çizdiği tarihî tabloyu kafamda canlandırmaya çalışıyorum, bal ve kan diyarını. Hocam, hüzünlü bir Osmanlı Gelinini andıran Bosna’yı kendine has tatlı üslûbu ile anlatmaktaydı. Böylece, Saraybosna’da can-ı gönülden karşılama ile Balkanlara, Bosna’ya ve nice göç öyküsü ile geride bırakılan sevgiliye, evlada, anaya, kayıplara hasretti yolculuğumuz. Tahta bir bavulla eldeki kapı tokmağından savrulan ve yeniden kurulan yaşamlara dairdi, benimkisi; arşivlerin tozlu sayfalarında yakalamaya çalıştığım. Balkanlar’daki Türk’e, Osmanlı’ya ve kendimize yolculuktu, bizimkisi.

Saraybosna etrafı dağlarla çevrili, bir vadi boyunca ve bütün mağrurluğuyla uzanmış ve illaki kendisine yaslanmış insanının huzurunu dert edinmiş bir şehir. Saraybosna’da üç iktidar biçimini de görmek mümkün; Osmanlı, Avusturya-Macaristan ve Komünist dönem. Şehrin banliyölerinden geçip de şehrin ana caddesinden şehre doğru girmeye başladığınızda sizi komünist dönemin Saraybosna’sı karşılıyor. Yüksek yüksek ve birbiri üstüne bindirilmiş konserve kutularını andırır binalar, binaların tüm şehirdeki ortak rengi gri, kimi pencerelerden dışarıya bakan yaşlanmış başlar görürüsünüz adeta.

Ama bir de Boşnakların Aliya’sının Kovaçi Şehitliğindeki mezarından bakarken meselâ, insanlığın nasıl da bir trajediye imza attığını en acı verici tablolar halinde kare kare gözlemliyorsunuz. Anıt mezarın bulunduğu yere çıkılan yokuşta iki sokağın arasında, yukarı doğru ilerlerken pek çok eski ve yeni mezar dikkatimi çekti. Sadece burada değil, şehrin pek çok noktasında irili ufaklı şehitliklerin ve tarihî mezarlıkların mevcut olduğunu belirtmek isterim. Her caminin önündeki mesirelerde de hem yeni mezarlara hem de çok eski mezar taşlarını görebilmek mümkün. Öyle ki artık bu mezarlıklar şehirle, insanlarla, parklarla içiçe. Kimse garipsemeden yaşamı ve ölümün tezatlığını bir banktan izleyebiliyor.

Bulunduğum yerden yokuş aşağı başçarşının simgesi sebile doğru bakınca, bakırcı ve kalaycı dükkânları arasından, insanların karşıdan karşıya geçmek için beklediği, geniş bir caddeye ulaşıyorum. Yüzüm sebile dönük bir haldeyken, sola doğru kıvrılınca, Savaşta Sırpların bombalarına karşı dimdik ayakta kalan ve atılan yangın bombalarıyla içindeki binlerce vilayet arşiv belgelerinin, el yazmalarının, beratların, fermanların yandığı Milli Kütüphane’yi görüyorum ve şehrin ortasıdan süzülen Milyaçka nehrini ve köprüleri.

Saraybosna’da Bir Ev: “İnat Kuča” 

Denilebilir ki, Saraybosna nehrin üstünde tarihe tanıklık eden ya da tarihi yönlendiren köprüleri ile bilinir. Nehrin dili olsa da anlatsa! Avusturyalılar tarafından yaptırılan ve savaşa rağmen hala görkemli kütüphane binasının karşısında bulunan köprünün başında bir ev var ve duvarında, “İnat Kuça” yazar. Her ikisinin de ayrı hikâyesi var. Bu görkemli bina önce belediye binası olarak, 1951 yılından sonra Bosna Savaşı’na kadar da, kütüphane olarak kullanılmış. Bosna Savaşı’nda Sırplar tarafından ilk hedef seçilen bu kütüphane binası, “Sırplar tarafından yakıldığında yanan kitapların külleri Saraybosna semalarını kaplıyormuş.” Bugün metruk bir halde, eski ihtişamlı günlerine kavuşmayı bekler gibi, ben buradayım diyor. Aslında bu eve ve kütüphaneye yüzünüz dönük olarak, nehri ve diğer köprüleri arkanızda bırakıp baktığınızda, Bosna tarihinin kısa panoromasını görürsünüz. Bir tarafta kırmızı çatılı Anadolu evleri, camileri ile buram buram Osmanlı, ortada ve tepede tabya, diğer tarafta Avusturya’yı ve insanın canavarlaşmasının açtığı tahribatı. Bir tarihinin nasıl yok edilmek istendiğini ve Boşnakların yazgısı göçleri. Köprüler bağlar, insanları. Nehir akıp gider, ama köprüler kurulur gönüllere, acsıyla tatlısıyla.

Gelelim bizim İnat Kuça’nın hikâyesine, Inat Kuça; İnat Ev demek. Saraybosna’da nehrin kenarında, milli kütüphanenin karşısında kalan, iki katlı bir ev. Evin girişinde aslı olan yazıda şöyle yazar: “Bila sam na onoj strani ali, pređah vama iz inata.” Öbur tarafdaydım, ama inat olsun diye sizin tarafınıza geçtim anlamına gelir.

1892-1894 yılları arasında, Avusturya-Macaristan görkemli bir belediye binası yapmaya karar verir. Dönemin yetkilileri şimdiki binanın bulunduğu yerin arsasını beğenirler. Fakat arsanın üzerinde bir Boşnağın evi vardır. Burayı Boşnak adamdan satın almak isterler. Ancak Boşnak, arsayı satmak istemez. Defalarca gelirler giderler, fakat bir türlü arsayı satmaya yanaşmaz, bizimki. Yetkililer son kez gelirler ve “Bu arsayı neden satmıyorsun” diye sorarlar. Hoca: “Şimdiye kadar bana hep arsayı satmamı istediniz. Bir kez olsun bana ne istediğimi sormadınız”der. Bunun üzerine yetkililer, ne istediğini sorarlar. Boşnak: “Benim burada bulunan evimin aynısını karşı tarafa yaptırırsanız arsayı size veririm”der. Israrlar devam eder, sonunda kendisi tek bir şartla isteği kabul edebileceğini söyler. Nehrin diğer yakasında olan geniş arazi kendisine verilecek ve oturduğu evi taş taş, tuğla tuğla, tüm ahşap malzemesi ile o araziye taşınıp, aynısı inşâ edilecek!. Avusturya yönetimi, bizim Boşnağın bu isteğini kabul eder ya da etmek zorunda kalır ve ev inşâ edilir. Bizim Boşnak, inadım inat der ve sonunda istediğini alır. Yetkililer hocanın evini, verdiği arsanın karşısına köprü başına yaptırırlar. Boşnak da, arsayı onlara verir. Her iki taraf da inat mı etmiş, uzlaşmış mı dersiniz, siz karar verin. Nitekim, istenilen sonuca ulaşılmıştır. İçi de ayrı özgünlükte döşenmiş bu ev aynı zamanda bugün, bir lokanta olarak hizmet vermektedir. Lezzetli Begova Çorba, Sogan Dolma ve özleminiz çektiğimiz börek gibi vd. özgün yemekleri, burada tadabilmek mümkün. Burası “İnat Ev” olarak belleklerde kalır. Bosna’daki çalışmalarımız sırasında, bu ev ve çevresinin Can hocamın en çok sevdiği yer olması sebebiyle, anılarımızda da ayrı bir yeri vardır. Bana hikâyesini ilk anlattığı mekânlardandır. Yeri gelir hocalarımız ailemiz gibi yeganedirler, uzun yolculuğumuzda gönülleri ile emekleri ile. Kendisine de bu vesile ile sevgi ve saygılarımı gönderiyorum. Bir gönül incittiysek affola!

Bir annenin yadigârıydı bu ev; en mahrem sırları, cennete dair gülüşleri ile, merhameti ile. Belki de yürüyeceği yol ahdevefa duygusu, yüreği ve göz yaşı ile. Belki de bu yüzden, bu sahiplenişin ardındaki inat.

Fahriye Emgili