Café Pelister..

Yetişkinlik hayatımın en mutlu, en asude anlarının şahidi.

Yanılmıyorsam bir Nisan günüydü.

Bahar Balkanlar’a biraz daha geç gelir, ama geldiğinde çok güzeldir. Güneşin tatlı tatlı parladığı o gün Pelister’e ilk girişimde bir sakinlik aldı beni.

Sakinlik az şey değil.

Metropollerin yıkıcı koşturmasında bir parça sakinliğe ne kadar ihtiyacımız olduğunu bile sezemeyecek kadar ezilip gidiyoruz, otomatikleşiyoruz ne yazık ki.

Üsküp’e ilk gidişimde girmiştim Pelister’e.

Üsküp’e ilk gidişimde buranın ikinci evim olduğunu anlamıştım. O gün bugündür her tatilde Üsküp’e koşmama anlam veremez arkadaşlarım.

Bir bakıma doğru, her seferinde yeni yerler görmenin belli bir cazibesi var.

Ama kahvenin nerede içileceğini, köftenin nerede yenileceğini bildiğin, 6 ay sonra seni tekrar gördüğünde gülümseyen garsonu bıraktığın yerde bulduğun, odanın balkonunda seni bekleyen ve çok matah olmayan o manzarayla bile bağ kurduğun bir şehre daha ait hissetmek, o şehrin sokaklarını bilmek, kokusunu hatırlamak, sanki ikinci bir hayata, bir yuvaya daha sahip olmak gibi gelir bana.

Tatil adı altında haldır haldır oradan oraya koşturmaya, bir güne 80 aktivite sığdıracağım, iş hayatının benden aldığı zamanları çok şey görerek geri koyacağım diye heder olmaya bin kez tercih ederim kendimi tanıdığım şehrin beni bekleyen güzel aşinalığına bırakmayı.

Bu yüzden yılda 2 kere de olsa bu paralel hayatıma kaçarım ve soluğu hayatın tatlı ve yavaş aktığı Pelister’de alırım.

Pelister köprünün öte tarafında, Üsküp’ün göbeğindedir.

Solun Otel’den 5 dakika yürüyerek ulaşılır. Stone Brigde’te kalanların Taş Köprü’yü yürüyerek geçmesi gerekir.

Çok hafif bir müzik çalar. Garsonlar hemen gelmezler masaya, önce bir oturup etrafı izlersiniz mecbur.

Café’nin açık bölümünün üzeri çadır gibi hafif bombeli bir tente ve ferforjelerle kaplıdır. Hasır sandalyelere oturursunuz.

Sakinlik ve yavaşlık buralardan başlar. Adında bile dinlendirici bir hoş tını vardır.

Ben Pelister’e yalnız giderim. Çok güzel kitap okunur çünkü Pelister’de. Çok güzel düşüncelere dalınır, insan kendisini hatırlar, kendisine yaklaşır.

Ama asıl cazibesi insanı yavaşlatmasındadır işte. Hayat ağır ağır akar.

Zaten bir cafede, sakin bir müzik ve bir kitapla, ne zaman kalkacağınızı bilmeden oturmak kadar güzel şey yoktur.

Hayattaki tüm rollerimizin bizden yavaşça sıyrılıp havaya karıştığı, bizim de asude bir zamansızlıkta unutarak süzüldüğümüz o dinginlik anları, canım onlar benim…

Başak Abdula