AFRİKA NASIL SÖMÜRÜLDÜ
Bu yazı serimizin ilk iki bölümünde, 1800lerin ilk yarısında Türk İmparatorluğunun yöneticilerinin değişik ırk ve dinlere mensup tebaasına nasıl davrandığını gördük. Bunun yanında zamanımızdan 500 yıl jkadar geri giderek Avrupalıların savunmasız kalmış Amerika yerlilerine ( özellikle Latin Amerika bölgelerinde) nasıl davrandıkları hakkında özet bilgiler sunmaya çalıştık. Eminim ki yerli yabancı bütün okurlar günümüzde dış dünyada Türkler hakkındaki anlayış farklarının hangi kaynaktan geldiğini az çok anlamışlardır. Ancak, Türkiye ve Türk Halkı geçmişte ve günümüzde öyle ağır ithamlara maruz bırakılmışlardır ki bize göre Türk aydınlarının ulusal haklarını gerektiğinde savunabilmeleri için, Avrupalı dostlarımızın geçmişte yaptıkları hakkında daha derin bilgiye sahip olmaları gerekir. İşte bu yazımızda Afrikayı ele alacak ve geçmiş yüzyıllarda Afrika Kıtasında neler olduğunu anlatmaya çalışacağız.

“Portekizliler, XV yüzyıl sonundan başlayarak, Afrika kıyılarında köle ticareti yapıyorlardı. Tüccarlık yapmak istiyenler devletten özel izin alıyorlardı ve onlara “Contradator” deniyordu. Bir contradator; belirli bir bölgenin tekeli karşılığında, ticaret hakkını kirayla hükümetten almaktaydı. Ayrıca köle tacirleri her yıl krala iki zenci armağan etmek ve “hayır işleri” ile “dinsel tarikatlara” para vermek zorundadırlar. Köleleri çoğunlukla kabileler arası savaşlarda birçok tutsak elde eden yerli önderlerden satın alırlardı… Zenci ya da melez olan Dombeiro denen maceracılar, iç bölgelere baskınlar düzenleyip zencileri yakalarlardı. Çok geçmeden, XVII yüzyılda Angola’ya egemen olan Hollandalılar, sonra İngilizler ve Fransızlar, bu kazançlı ticarete el attılar.

Köleler kıyıda toplanır, savanadaki uzun ve yorucu yürüyüşlerden sonra iyice beslenir, sapasağlam ve güçlü görünmeleri için hurma yağıyla yağlanırlardı. Kuşkusuz bazı din adamları buna karşı çıktılar ve 1639’de Papa VIII. Urbanus, yerlilerin de, zencilerin de köle yapılmasını yasakladı ama bu fermanı hiçbir zaman uygulanmadı. Zencileri sağlayanlar, karşılığını barut, silah, kumaş, tütün ya da kap, kaçak olarak alırlar. Vaftiz olmamış bir zenciyi gemiye bindirmek yasaktır. Bu nedenle sık sık, bir kafile dolusu zencinin üstünkörü, “toptan” vaftiz edildiği görülmüştür.

Köle taşıyan gemilere, “Tumberio” , yani “ölü taşıyıcıları” adı takılmıştır. Bu gemilerden biri ile denizi aşan bir İtalyan Fransiskeni gördüklerini şöyle yazmıştır. “Erkekler güverte altına üst üste yığılmış, ayaklanıp gemideki tüm beyazları öldürürler korkusuyla da zincirlerle bağlanmışlardı. Kadınlar için, ikinci güverte arası ayrılmıştı. Hamile olanlar arka kamarada toplanmıştı. Çocuklar birinci güverte arasında, balık istifi gibi sıkıştırılmıştı. Uyumak istediklerinde, birbirlerinin üstüne düşüyorlardı. Doğal gereksinmelerini gidermek için sintineler vardı, ama çoğu yerini kaybetmek korkusuyla bulunduğu yerde rahatlıyordu. Özellikle erkekler acımasızca üst üste yığılmış oldukları için, bulundukları yerde koku ve sıcak dayanılmazdı. Atlantik Okyanusu 35-40 gün arasında aşılmaktadır. Ölüm oranı, havasızlıktan boğulma ve salgın hastalıklar yüzünden çok yüksektir. Bu oran %50’ye ulaşabilir. Çoğu zaman salgınlarla baş edebilmek için hastalar topluca öldürülür. Bu konuda en geçerli yöntem hastaların zincirle birbirlerine bağlanarak topluca güverteden denize atılmalarıdır. (Amerika Kıtasına) varışta sağ kalanlar, açık arttırmalar sırasında iyi para etmeleri için, yeniden özenli bir bakımdan geçirilirler. Doğal olarak fiyatlar boya, yaşa, güce, cinsiyete vs. göre değişir. Tehlikelere ve kayıplara karşın, kazançlı olan bu ticaret, kaçakçılığa ve korsanlığa yol açar. İngiliz gemileri, sık sık zenci taşıyan gemilere saldırıp, yüke el koyar ve köleleri Virginia ya da Antillerde satarlar” (1).

Avrupa’nın köle ticareti yapan kurumlarının etkilerinden Afrika’nın Ekvator kuzeyindeki bozkır ve savanalarla kaplı bölgeleri uzak kalırken, Atlantik kıyılarında durum farklıdır.

Fransızlar Senegal’de, Saint-Louis’ye, Dakar’a ve de Kasamons’a yerleşirler. İngilizler Gambiya’da, Sierra Leone’de ve Altın Sahil’de kıyı bölgelerini işgal ederler. Danimarkalıların ve Hollandalıların Benin körfezinde acenteleri vardır.

1778’de İspanyollar, Portekizlerden Fernando Poo Adası’nı alırlar. Daha önce bölgeye yerleşmiş olan Portekizliler ise Angola kıyılarını ellerinde bulundurmaktadırlar. Salt köle ticareti amacıyla kurulan Avrupa acenteleri hemen hemen yalnızca köle tüccarlarının uğrak yerini güvence altına alan bir kaleden oluşur. Kongo havzasını kanlı seferlerle yakıp yıkan Pembeiro’ların (Portekizli Melezler) dışında Avrupalılar çok ender olarak kıtanın içlerinden kendileri gidip köle toplarlar. Köleler çoğunlukla yalnızca köle ticareti amacıyla kurulmuş olan ve başkanları Avrupalılara yaptığı ticaretten elde ettiği kar ve silahları sayesinde, iç bölgelerden ya da kendi halkından köle toplamayı üstlenen küçük kıyı devletleri aracılığıyla satılır.” (2)

Gine körfezinde bulunan bu tip çok sayıdaki krallıklardan birine misafir olan bir tüccarın izlenimleri şöyledir:

“Kral Peel… iç bölgelerden yollanacak binlerce zenci arasında bana iyi bir “yük” hazırlamakla uğraştığını söylüyor… Birkaç gün sonra boyunlarından uzun sırıklarla bağlı birkaç dizi zencinin geldiğini görüyorum. İşte benim yük’üm! 300 yolcumu karşılamaya hazırlanıyorum. Kadınlar kıç tarafta, erkekler ise kıç direğinden teknenin başına kadar dizilmiş ve hepsi de zincire vurulmuş. Yiyecek olarak Hint patatesi, pirinç ve bolca su. Tabanca ve hançerlerimiz kemerlerimizde, kimi zamanda ellerimizde, doktor muayenesinden geçiyorlar… Muayene bitince hepsi kızgın demirle işaretleniyor. Bunu yaparken daha zayıf yaradılışlı olan kadınların etlerini fazla dağlamamaya özen gösteriyoruz” (3).

“XVII yüzyılda parlak dönemlerini yaşayan Kongo ya da Benin gibi kıyıdaki büyük uygarlıklar köle ticareti nedeniyle kanları emildiğinden tam bir gerileme dönemi yaşarlar. Daha içerde Aşanti Federasyonu (bugünkü Gana) altın ve fildişi ticaretinden zengin olur ve XVIII yüzyıla kadar bütünlüğünü korur.

Ticaretin amacı tarım işletmelerine ve Amerika’daki madenlere köle sağlamaktır. Büyük kârlar sağlayan ünlü ticaret üçgeni (böyle) oluşur. Avrupalılar getirdikleri işporta malları Afrikalı kölelerle değiştirirler. Bu köleleri satan Avrupalılar da Antiller’den şeker satın alır. (Onu da içki-Rom’a dönüştürerek Avrupa’ya dönerler.) Bu ticaret, gemi donatmak için kraliyet ayrıcalığını sağlayan şirketler, kapitalist ortaklıklar ve armatörler tarafından yapılır. İngiliz “Royal African Co. (Kraliyet Afrika Şirketi)”, Fransız “Compagnie des İndes (Hindistan Şirketi)” vb. XVIII yüzyılda, (Avrupa’da) özellikle İngiltere’de kraliyet ayrıcalığı olmayan, başka bir deyişle kaçak çalışan kurumlarda vardı.

İngiliz Parlamentosu’nun raporlarına göre 1768’de Afrika’dan Amerika’ya İngilizler 60.000, Fransızlar 23.000, Hollandalılar 11.000, Portekizler 1.700 köle göndermiştir. Toplam olarak (bir yılda) 97.500 köle, 1787 yılında bu sayı (yılda) 100.000’e ulaşmıştır. Köle ticareti XVIII. yüzyıl boyunca sürekli artar. Kaynaklar kurudukça, Senegal ve Leone’den Benin, Kongo ve Angola’ya doğru genişler XVIII. yüzyıl sonlarında Kuzey Amerikalı köle tüccarları da Afrika kıyılarında kendilerini gösterirler” (4).

Yukarıdaki değerlendirmelerden de anlaşılacağı gibi Amerika kıtasının keşfinin üzerinden elli sene dahi geçmeden; Orta ve Güney Amerika’nın ünlü Aztek ve İnka imparatorlukları tarihe karışmışlar (5) ve ihtiyaç halinde Afrika’daki insan kaynaklarına el atılmıştır. Saint-Pierre’li Bernardin, Voyagea L’lle-de-France’da (ile-de-France’a Yolculuk), şu değerlendirmeyi yapıyordu: “Avrupalıların mutluluğu için şekerin ve kahvenin gerekli olup olmadığını bilmiyorum. Fakat bu iki ürünün dünyanın iki kıtasında mutsuzluğa yol açtığını biliyorum. Amerika, ekin yetiştirecek topraklar elde etmek için boşaltıldı; şimdi de bu topraklarla uğraşacak insanları sağlamak için Afrika boşaltılıyor.” (6)

“XVI yüzyılda Afrika’nın Doğu kıyıları Somali’den Kap’a kadar, büyük bir Portekiz gölüne dönüşen Hint Okyanusu’nun kıyılarından biridir. Umman’ın Mombassa’yı ele geçirdiği 1660’dan başlayarak Portekiz, Arapların gelişimi karşısında geriler. Araplar da Avrupalılar gibi köle ticareti yapmaktadırlar. Ancak onların pazarları kısıtlı olduğundan (Osmanlı İmparatorluğu, İran ve Hindistan) bu ticaret “büyük boyutlarda” değildir.

Hollanda şirketi 1652’de Hindistan yolu üstünde bir etap olarak gördüğü Kap’ı işgal etmiştir. Hollandalı köylüler ve Fransız Calvin’ciler buraya yerleşmiştir. Bozkırlarda Boşimalar’ı yok ederek, Hotantolar’ı da Kolahari Çölü’ne doğru kovalayarak ilerlemişlerdir.(7) Calvin’ciliğe aşırı bağlıdırlar ve İncil’in köle ticaretini haklı gösterdiğini savunurlar” (8).

“1588 “Yenilmez Armada” bozgunundan önce Hawkins ve Drake gibi (İng.) korsanları, İspanyol sömürgelerinden gelen altını taşıyan kalyonlara saldırmaktadırlar. Keşiflerin büyük tarihçisi Richard Naklayt, Amerika’nın doğu kıyısında, İspanyol deniz yollarına karşı üs görevi yapacak kalelerin kurulmasını tavsiye eder. Sir Humphrey Gilbert Kraliçe (Elizabeth)’den “Diğer Hıristiyan kralların eline geçmemiş kafir ülkeleri işgal etmek için bir ayrıcalık belgesi elde eder. Savaşa yönelik kaygıların yanında, dinde rol oynayacak ve Hıristiyan olmayanların Hıristiyanlaştırılması” (9) en önemli amaç olacaktır.

Şimdi okyanusun öbür tarafına geçirilen Afrikalılarla, Amerikan yerlilerinin durumunu gözden geçirebiliriz. Latin Amerika’da insanlar arasındaki ilişkiler çok karmaşıktır, sonraki yıllarda olumlu-olumsuz değişikliklere uğramıştır. Karışma sırasında “Irk” kavramının ne derece önde tutulduğunu aşağıdaki örnekler gösterebilir.

“Bir İspanyolla siyah bir kadının oğlu melezdir. Eğer İspanyol kanı üstün gelir, melezin çocukları sadece İspanyollarla evlenirse, soy dört kuşak boyunca sırasıyla şu evrelerden geçecektir. Monisque, Albina, Tornatras ve Tintinclare… Sonuç olarak kanın otuz ikide otuz biri beyaz olacaktır.

Diğer taraftan bir İspanyol, fethin başlarında Kızılderili kadından bir oğul sahibi olursa, “Mestisa” diye adlandırılacaktır. Bu Mestisada İspanyol (babasının soyundan) veya Kızılderili (annesi gibi) bir kızla evlenirse, bu takdirde doğacak oğlu bir “Castisa” veya “Chamisa”olacaktır. Bu ırksal bölünme ve adlandırmalar devam eder gider ancak bu adlandırma ve bölümler Latin Amerikada Irk Kavramının ve Irkçılığın ne kadar önemsendiğinin en önemli belirtileridir. (10)

Dr. M. Galip Baysan

DİPNOTLAR;

(1) Türk ve Dünya Tarihi; Cilt 4, s.1176-1177
(2) Aynı Eser, Cilt-5, s.1309.
(3) Aynı Eser, s.1310-1312.
(4) Aynı Eser, s.1312.
(5) Resimlerle İnsanlık Tarihi Ansiklopedisi, s.33, Amerika Kıtası II. Kıtanın Fethi, s.58 (Karacan Yayınları, İstanbul-1984).
(6)Maurice Lengelle: Kölelik, s.82 ( İletişim Yayınları, İstanbul-1993)
(7) Hıristiyanlığın Köleliği bakışı için bknz. Aynı Eser, s.15-18.
(8) Türk ve Dünya Tarihi, Cilt-5, s.1312.
(9) Aynı Eser, Cilt –4, s.1176.
(10) Kölelik, a.g.e., s.86-87.

Önceki İçerikBüyük Sahra’da Kum Fırtınaları
Sonraki İçerikTürklerin Balkanlara Göçü Defterlerde Yazılıdır
Dr. Galip Baysan, 1933 yılında İstanbul’da doğdu. 1948’de Maltepe askeri Lisesi’ne girdi. 1954’te subay çıktı. 1955’te Harp Okulu ve bir yıl sonra da İstihkâm Okulu’ndan mezun oldu. Kore’de görev yaptı, ardından da dört ay kadar Amerikan İstihkâm Okulu “Fort Belvoir”de eğitim gördü. Kara Harp Akademisi ve Silahlı Kuvvetler Akademileri ile birlikte 1971 yılında İngiltere Kraliyet Kara Kurmay Koleji “Staf Collage Camberley”den mezun oldu. 1985 yılında “Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi” dersini okutmak üzere Ege ve Dokuz Eylül Üniversitelerinde Öğretim Görevlisi hizmetine başladı. “Türkiye’de Demokrasinin Kuruluşunda Ordu’nun Rolü 1700–1950” adlı çalışmasıyla Doktor unvanını aldı. Türk Demokrasi Vakfı tarafından, “Ermeni Meselesi, 1915 Zorunlu Göç (Tehcir) Olayı Nedenleri ve Sonuçları” adlı üniversite mensupları, öğrenciler ve Türk Toplumu’nu bilinçlendirmek amacıyla yazdığı ikinci kitap 2003 yılında İzmir’de basılmıştır. Aynı yıl “Türkiye’de Demokrasinin Kuruluşunda Ordunun Rolü” adlı çalışması 1700–1918 ve 1918–1950 yıllarını kapsayacak şekilde, iki kitap halinde yayınlandı. 1983 Yılında sağlık nedeniyle Kurmay Kıdemli Albay rütbesiyle emekli oldu. Dr. M.Galip Baysan Gülser Baysan’la evli ve Seçkin (mimar) ve N. Pınar Baysan (Dr.) adlarında iki çocuk babası olup, halen İzmir’de ikamet etmektedir.