Geçenlerde ülkemizi ziyaret eden dostumuz Almanya’nın Sayın Cumhurbaşkanı bir konuşmasında “Müslümanların da Alman toplumunun bir parçası” olduğu mealindeki sözleri ülkemizde coşku ile karşılandı. Irksal ve dinsel ayrımcılığı reddeden bu insancıl anlayış karşısında hayranlık duymamak mümkün mü? Tabii ki memnuniyet duyduk. Ama bu sözlere dayanarak, bazı Avrupa yayın organlarında ve hatta ülkemizdeki bazı kişilerin “ Acaba Müslüman ülke liderlerinden buna benzer bir görüş söyleyen var mıdır?” şeklindeki itham edici ve meydan okuyucu kıyaslamaları bizi hem üzdü ve hem de acı acı tebessüm ettirdi. Tabii ki bunun başlıca nedeni Türkiye ve Türkler karşısında duyulan cehaletti. Bu sözler aynı zamanda bizlerin Batılı dostlarımıza kendimizi tanıtma konusunda gösterdiğimiz beceriksizliğin de bir işaretiydi. Bizler şimdiye kadar özellikle yabancı dillerde dış dünyaya daha fazla yayın yapmalı ve daha fazla Tarihi belge sunmalıydık.

Bu konuda biz de üzerimize düşen görevi yapmak için kolları sıvadık ve size hem Türkleri ve hem de Avrupalıları tanıtacak bir yazı serisi hazırladık. Daha önce yaptığımız gibi 3-4 bölüm halinde sunacağımız bu yazı serisi içinde vereceğimiz bilgiiler umarız ki okurlarımız için yararlı olur. Hem de bu vesile ile dış güçlerin sık sık öne sürdüğü gibi geçmişimizle de hesaplaşma imkanı bulmuş oluruz.

Atatürk’ün Çanakkale’de çocuklarını kaybetmiş düşman ülke annelerine söylediği o eşsiz, insancıl cümleleri sadece hatırlatarak tarihin derinliklerine dalmak istiyoruz. Günümüzden 170 yıl kadar önce Tanzimat’la başlayan reformların ne durumda olduğunu Osmanlı Sultanı I. Abdülmecit’in 1845 yılı Şubat ayında, kendi eliyle kaleme aldığı ve Babıâli’de okuttuğu, günümüz Türkçesine çevirdiğimiz Hattı Şerifte şöyle açıklamaktadır: “Görüşlerimin gerçekleşmesi için gösterilen bütün çabalara rağmen, askeri reform dışında hiçbir problemin beklediğim sonucu vermediği inkâr edilemez. Hatta askeri reform bile sağlam bir temelden yoksundur. Bundan ötürü çok üzgünüm. Bu sebepten sana ve bütün vezirlerime halklarımın refahını sağlamak için gerekli tedbirlerin neler olduğunu tam bir uyum içinde düşünmenizi emrediyorum. Amacımız olan gelişmeler dinsel ve din dışı alanlarda cehaletin ortadan kaldırılmasıyla ancak gerçekleşebileceğine göre bilim, sanat ve sanayi alanlarında gerekli bilgileri verecek kurumların bir an önce meydana getirilmesini zorunlu kılıyorum. Bir de bütün ırklara ve dinlere mensup kişilerin hatta yabancıların bile yararlanmalarına sunulacak bir hastane kurmaya kararlıyım”. (1) 

Türk Demokrasi tarihi yönünden demokrasiye yönelmede Tanzimat fermanı ile başlayan bu dönem oldukça ileri bir adım sayılmalıdır. Çünkü bu dönemde, devlet ve yönetim örgütünü belirli ilkelere dayanarak çağın koşullarına göre düzenlemek, keyfi yönetime son vererek hukuka dayalı bir devlet düzeni oluşturmak amaçlanmıştı.

Batılıların en hassas olduğu dinsel hoşgörü konusuna gelince; bu konuda Sultan Abdülmecit babası II.nci Mahmut’ tan farklı bir düşünceye sahip değildi. Mesela 1846 yılında Sultan Abdülmecit’in Edirne’yi ziyareti sırasında toplantıya çağrılan gayrimüslim tebaa önünde vezirin şu sözleri, sultanın bu konudaki görüşlerinin açık bir ifadesidir:

“Majesteleri İmparator, Müslüman tebaalarının olduğu gibi aynı şekilde tebaaları olan Hıristiyan ve Yahudilerin de huzur ve güven içinde yaşamalarını dilemektedir. Din ve mezhep ayrılıkları onların bileceği şeydir; bu haklardan yararlanmalarını engellemez ve aynı hükümetin tebaaları ve aynı zamanda imparatorluğumuzun vatandaşları olduğumuza göre, birbirimize kötü gözle bakmamız doğru olmaz. Hükümdarımız aynı zamanda lütuflarını tebaalarının bütün sınıflarına eşit şekilde verdiğinden, onların da uyum içinde yaşamak ve çalışmak suretiyle ortak gelişmeye katılmaları gerekir” (2). 

Söz Tanzimat dönemine gelmişken bu döneme her fırsatta olumsuz beyanlarda bulunmayı adet haline getirmiş “Radikal İslamcı” kesim için önemli bir gerçeği vurgulamadan geçemeyeceğiz. Tanzimatla “akıl ve akılcılık” da, yüzyıllar sonra yeniden hareketlenmiştir. Ancak, yine de dinsel düşünce ön plandadır. Fermanın ilk cümleleri işte bu dinsel gücün etkisini yansıtır:

“Herkesin bildiği gibi, yüce devletimizin kuruluşundan beri Kuran’ın kutsal kurallarına ve şeriat yasalarına eksiksiz olarak uyulduğu için yüce devletimizin gücü ve bütün uyruklarının (varlık ve mutluluğu) doruk noktaya ulaşmıştı. Hal böyleyken yüz elli yıl var ki, birbirini izleyen dertler ve türlü nedenler dolayısıyla ne kutsal şeriata nede yüce yasalara uyulması ve bunlara göre davranılmaması yüzünden, eski güç ve refah yerini güçsüzlük ve yoksulluğa bırakmıştır. Oysa, şeriat yasalarına göre yönetilmeyen ülkelerin ayakta kalamayacağı açıktır” (3)

Büyük Reşit Paşa, Fransız modeline dayanan yeni bir ticaret kanunu hazırlatırken itirazlar yükseldi. Kanun şirketlerin iflası, poliçeler ve benzer ekonomik konuları içeriyordu. “Reşit Paşa tasarıyı 1841’de Meclis-i Vala’ya getirdiği zaman Şeriata uygun olup olmadığı soruldu. Reşit Paşa, “Şeriatın bu konuda yapacağı bir şey yoktur” dedi. Hazır bulunan ulema “bu küfürdür” diye itiraz edince genç Sultan, aydınlanma nazırını hemen azletti” (4). 

Reşit Paşa ileride yeniden dönecek ve altı kere sadrazam olacak, fakat reformist anlayışından taviz vermeyecektir.

Bu taktik, daha sonraki kuşaklarda gelecek reformcular tarafından da benimsenecek, dinsel duyguları rahatsız etmeden aklın gerektirdiği, çağdaş düzenlemeler yapılmaya çalışılacaktır. Reform yapanlar da, tutucu çevreler tarafından ilk fırsatta “dinsizlikle” itham edilecektir. Selim III, Mahmut II gibi Reşit Paşa da bu unvandan kurtulamaz, “Mustafa Reşit Paşa gavurdur”. Bununla da kalınmaz ve kendisinin batı (Frenk) hayranı olduğu acımasız sözlerle hicvedilir.

“Zamanenin şu tabip Reşidini gör kim,
Revaç vermek için kendi kâru san’atine; (Yaptığı işleri kıymetlendirmek için)
Vücudu nazik-i devlet rehini sıhhat iken (devletin nazik vücudu sağlığa garantili iken)
Düşürdü reyi sakimi frengi illetine” (Mariz bir görüşle Frengi hastalığına düşürdü)

Tabii ki bu ağır ithamlardan en büyük reformist Mustafa kemal Atatürk’ün de kurtulması mümkünmüdür ?

Dr. M. Galip Baysan 

DİPNOTLAR: 

(1) Ed.Engelhart, Tanzimat, s.54-55); Kemal Ertürk, Türk Demokrasi Tarihi, s.27 (Felma Yayınları, Ankara-1985)
(2) Engelhardt, Tanzimat, s.58
(3) A.Rasim, Batışın Üç Evresi, s.202-203
(4) Bernard Lewis: Modern Türkiye’nin Doğuşu. s.110( TTK, Ankara-1984)

Önceki İçerikYahya Kemal ve Tasavvuf
Sonraki İçerikKültür Sanat Ve Bilimin Dayanılmaz Yalnızlığı
Dr. Galip Baysan, 1933 yılında İstanbul’da doğdu. 1948’de Maltepe askeri Lisesi’ne girdi. 1954’te subay çıktı. 1955’te Harp Okulu ve bir yıl sonra da İstihkâm Okulu’ndan mezun oldu. Kore’de görev yaptı, ardından da dört ay kadar Amerikan İstihkâm Okulu “Fort Belvoir”de eğitim gördü. Kara Harp Akademisi ve Silahlı Kuvvetler Akademileri ile birlikte 1971 yılında İngiltere Kraliyet Kara Kurmay Koleji “Staf Collage Camberley”den mezun oldu. 1985 yılında “Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi” dersini okutmak üzere Ege ve Dokuz Eylül Üniversitelerinde Öğretim Görevlisi hizmetine başladı. “Türkiye’de Demokrasinin Kuruluşunda Ordu’nun Rolü 1700–1950” adlı çalışmasıyla Doktor unvanını aldı. Türk Demokrasi Vakfı tarafından, “Ermeni Meselesi, 1915 Zorunlu Göç (Tehcir) Olayı Nedenleri ve Sonuçları” adlı üniversite mensupları, öğrenciler ve Türk Toplumu’nu bilinçlendirmek amacıyla yazdığı ikinci kitap 2003 yılında İzmir’de basılmıştır. Aynı yıl “Türkiye’de Demokrasinin Kuruluşunda Ordunun Rolü” adlı çalışması 1700–1918 ve 1918–1950 yıllarını kapsayacak şekilde, iki kitap halinde yayınlandı. 1983 Yılında sağlık nedeniyle Kurmay Kıdemli Albay rütbesiyle emekli oldu. Dr. M.Galip Baysan Gülser Baysan’la evli ve Seçkin (mimar) ve N. Pınar Baysan (Dr.) adlarında iki çocuk babası olup, halen İzmir’de ikamet etmektedir.