Bu gün yazı dizimizin bu bölümünde, sizlere Türklerle Avrupalılar arasındaki anlayış farkını ortaya koyacak en önemli Tarihsel olayları, 500 yıl kadar öncesine giderek sunmaya çalışacağız.

Osmanlı Sultanı, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethedip Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu ve Kuzey Afrika üzerinde bir imparatorluğu yönettiği ve büyük sayıda Ermeni’yi İstanbul’a göç ettirip, İstanbul’da bir Ermeni patrikhanesi kurduğu (1463)’ten 40 yıl kadar sonrasını ele alıyoruz. O dönemde, Müslüman Emevileri yenerek İspanya’ya hâkim olan İspanyolların Dinsel Engizisyon mahkemesi vasıtasıyla bütün Müslümanları yok ettiği ve daha sonra Katolikler dışındaki diğer mezhep ve Yahudilere tam bir soykırım uyguladığını biliyoruz. Osmanlı Sultanı, 2. Beyazıt’ın, bu soykırımı önlemek için özel gemiler gönderip, özel izinler alarak yüz binlerce masum insanı, Engizisyon’un elinden kurtarıp, kendi ülkesinde ve kendi kuralları çerçevesinde özgürce yaşamaları ve ibadet etmelerine izin verdiğini de unutmuyoruz.

İşte bu olayların geçtiği 1490’lardan 15-20 yıl kadar sonra, Avrupa ülkeleri yeni bulunan bir kıtadan, nasıl yararlanacakları arayışları içinde bulunuyorlardı. Şimdi bu konudaki gelişmeleri pek derin incelemeye gerek duymadan, ansiklopedik bilgiler çerçevesinde izlemeye çalışacağız.

“Amerika’nın fethi sırasında yapılan kıyımdan Meksika’daki Çiçimekalar ya da Şili’deki Araukanlar gibi, her türlü asimilasyona karşı çıkan kabilelerin yok edilmesinden sonra, maden ocaklarındaki zorunlu çalışmadan kaynaklanan ölümler, mikrobik hastalıklar, korkunç salgınlara yol açar. Meksika yerlilerinin sayısının 1519’da on milyon kadar olduğu sanılmaktadır. 1650’de burada yalnızca bir buçuk milyon yerli kalmıştır. Tüm Güney Amerika için nüfus azalmasının (aynı süre içinde) yirmi milyon dolayında olduğu tahmin edilmektedir. Antil Adaları’nda yerliler hemen hemen tamamen yok olmuşlardır. Hıristiyanlaştırma çabası sömürgeleştirmeye eşlik eder; daha 1528 yılında 28 piskoposluk kurulmuştur… Bazı kabileler Hıristiyanlaştırılmaktan kurtulmak için ormanlara ve dağlara sığınırlar.” (1)

“Cortes Küba’nın fethinden sonra, Santiago dolaylarındaki toprakları ele geçirerek burada yönetici olur. Ama bu görevden çabuk sıkılır. Masalsı toprakların fethine çıkmayı daha uygun bulur. Cortes 500 İspanyol askeri (32’si okçu, 16’sı tüfekçi) Avrupa’dan getirilmiş 16 at ve 10 top elde eder.

Meksika’ya ulaşınca 1519 Ağustosunda iç kesimlere doğru ilerlemeye karar verir. Küçük ordu, Totorak (yerli) savaşçıları eşliğinde, yüzlerce taşıyıcının da yardımıyla ve 400 piyade, 15 süvari ve 7 topla, yola çıkar. Bağımsızlığını korumuş olmakla beraber, Aztek’lerin etkisinde olan Tlaxcala yerlilerinin topraklarına gelince 50.000 kişilik bir orduyla savaşmak gerekir. Tlaxcaltek’ler bir avuç asker karşısında bozguna uğrayınca; doğaüstü hayvanlara binip, yıldırım taşıyan, dolayısıyla da yenilmeleri olanaksız olan Tanrılar karşısında bulunduklarına inanırlar. Azteklerle hesaplaşmak üzere onlar da İspanyollara katılırlar… Cortez Mexica’nın fethini böylece 400 küsur askerle ve yerlilerin yardımı ile tamamlar” (2).

“Kıyıdaki şekerkamışı tarımı işletmeleri çok erken bir dönemde sömürgeleştirmeye temel olmuşlardır ve Brezilya’nın başarısını sağlamışlardır. İlk zenciler 1530’da buraya getirildiler. 1585’te bu bölgede 57.000 sömürgeci ve 140.000 Afrikalı köle vardı” (3).

Sömürgeleştirmenin ilk anlarında yerlilerin sahip olduğu altın ve gümüş gibi kıymetli madenlerin elde edilmesi ve Hıristiyanlaştırma önem kazanmıştı.

“1503’te kurulan ve Amerika’yla İspanya arasında deniz ve ticaret ilişkilerini denetleyen, Sevilla Casa de la Contratacion (Ticaret Odası)’nın arşivlerine göre; 1503’ten 1660’a kadar (Amerika’dan-Avrupa’ya) 181 ton altın ihraç edilir. Bunun yanında gizli kaçakçılık da göz önüne alınırsa gerçekte 300 tona yakın altın çıkarıldığı kabul edilebilir. Çıkarılan gümüş de 16.000 tonun üzerindedir” (4).

“Vakanüvislerin adil birisi diye tanımladıkları Bartholome de las Casas’ın (Kızılderililere karşı yapılan haksızlıklar karşısında) sesi yükselmeye başlar. Kristof Kolomb’un yakın arkadaşı olan babası ona Saint-Dommique’de geniş topraklar bırakmıştı. Tanrının bu lütfundan sonra çok etkilenen Las Casas, piskopos olduğu şehirde kölelerini serbest bırakmıştır. Kızılderililerin maruz kaldığı İspanyol canavarlarının kana susamış davranışlarından üzüntü duyan, bu pişman olmuş İspanyol serüvencisi, araştırmalar yapmış ve çarpıcı bir eser bırakmıştır. Avrupa’da çok büyük yankılar uyandırmış olan bu eser, “Historie des İndes” (Kızılderililerin Tarihi) birçok dile çevrilip yorumlanmıştır” (5).

Dindar piskoposun anlattığına göre, Küba adasında üç ay içinde yedi bin çocuk, gıdasızlıktan ölmüşlerdi. Belli bir yaşama alışmış, hayatlarını kurmuş olan ilkel topluluklar, açgözlü sömürgecilerle karşılaşınca savaşmışlar ve doğal olarak yenilmişlerdi. “İspanyollar, Kızılderililerin kadınlarını ve çocuklarını alıp onların emeğiyle elde ettikleri etlerle beslenmekteydiler. Bu insanlar yiyeceklerini büyük zorluklarla elde ettiklerinden, azla yetinmeye alışmışlardı. Fakat Hıristiyan İspanyollar bu küçük porsiyonlardan memnun değillerdi ve otuz kişi için bir ayda hazırlanmış yiyeceği bir saatte bitirmekteydiler. Şunu belirtmek gerekmektedir: Bir savaşın sonunda bütün erkekler öldürülürse ve kadınlar ve çocuklardan başka kimse kalmazsa ne yapılır? Kalan zavallı halkı İspanyollar arasında paylaştırıp, altın çıkartmak üzere madenlere göndermekten başka çare yoktur… Yiyecek olarak otlardan başka hiçbir şey vermedikleri için kadınlar çok zayıf düşüyor, çocuklarda kısa sürede ölüyorlardı. Kalan erkeklerde madenlerde açlıktan ölüyor, dolayısıyla ada kısa sürede yaşanmaz hale geliyordu” (6).

Amerika’nın keşfinin ilk yüzyılı içinde bölgedeki yerli halk böyle kırılırken, gelişen çiftlikler ve üretim sahaları nedeni ile ihtiyaç duyulan “iş gücü” için gözler yine savunmasız bir kıtaya, Afrika’ya çevrilir. Afrikalıların Amerikan tarihi içinde öne çıktığı bu dönemden, günümüze kadar karşılaştığı güçlükler dev boyutlardadır.

Fransızlar, 1635’ten başlayarak belli sayıda adayı ele geçirirler… Şeker, kahve, tütün, pamuk, çivit vs. adaların ticaretine hâkim olurlar. Tarım işletmecileri, yok edilen ya da hastalıktan ölen yerlilerin yerine, hemen zenci köleler getirirler. XVII yüzyıl sonunda 20.000 beyaza karşılık 40.000 zenci vardır. Colbert bir zenci yasası çıkarır; köleler dinsel bir şekilde eğitilmelidir, Pazar günü dinlenmeye, iyi beslenmeye ve insancıl davranışlara hakları vardır. Güney Amerika’da olduğu gibi, sömürgeciler bu buyruklara pek uymazlar. Zencilerden az oldukları için onları uzakta tutarlar, zenci-beyaz evliliklerini yasaklarlar, seçkin zencileri çok ender olarak özgür bırakırlar. Kötü davranışlar yüzyıl kadar sonra korkunç ayaklanmalara yol açacaktır. Köle işgücü, şekerkamışı tarımının yaygınlaşmasıyla, giderek daha çok aranır. İngilizler, Fransızlar, İspanyollar, Portekizler milyonlarca insanı doğdukları kıta olan Afrika’dan koparıp alırlar” (7).

Afrika’nın sömürülmesi ve köleleştirilmesinin hazin hikâyesi bir sonraki yazımızın konusu olacaktır.

Dr. M. Galip Baysan

DİPNOTLAR: (1) Türk ve Dünya Tarihi Ansiklopedisi, Gelişim Hachette, Cilt 4, s.1162 (le Livre de Paris S.N.C. Biblioclub de France Hachette Et Cie ve Gelişim Basım ve Yayım A.Ş., İstanbul –1985).
(2) Türk ve Dünya Ansiklopedisi, Cilt-3, s.749-750.
(3) Aynı Eser, Cilt 4-s.1166.
(4) Aynı Eser, Cilt 4-s.1161.
(5) Maurice Lengelle, Kölelik, s.80 (Çev. Emine Su, iletişim Yayınları – Press Universitories De France, İstanbul- 1993).
(6) Aynı Eser, Cilt 4, s.80-81.
(7) Türk ve Dünya Tarihi; Cilt 4, s.1176.

Önceki İçerikGömelim Gel Seni Tarihe Desem…
Sonraki İçerikBalkanlar’da Ata Yadigârı
Dr. Galip Baysan, 1933 yılında İstanbul’da doğdu. 1948’de Maltepe askeri Lisesi’ne girdi. 1954’te subay çıktı. 1955’te Harp Okulu ve bir yıl sonra da İstihkâm Okulu’ndan mezun oldu. Kore’de görev yaptı, ardından da dört ay kadar Amerikan İstihkâm Okulu “Fort Belvoir”de eğitim gördü. Kara Harp Akademisi ve Silahlı Kuvvetler Akademileri ile birlikte 1971 yılında İngiltere Kraliyet Kara Kurmay Koleji “Staf Collage Camberley”den mezun oldu. 1985 yılında “Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi” dersini okutmak üzere Ege ve Dokuz Eylül Üniversitelerinde Öğretim Görevlisi hizmetine başladı. “Türkiye’de Demokrasinin Kuruluşunda Ordu’nun Rolü 1700–1950” adlı çalışmasıyla Doktor unvanını aldı. Türk Demokrasi Vakfı tarafından, “Ermeni Meselesi, 1915 Zorunlu Göç (Tehcir) Olayı Nedenleri ve Sonuçları” adlı üniversite mensupları, öğrenciler ve Türk Toplumu’nu bilinçlendirmek amacıyla yazdığı ikinci kitap 2003 yılında İzmir’de basılmıştır. Aynı yıl “Türkiye’de Demokrasinin Kuruluşunda Ordunun Rolü” adlı çalışması 1700–1918 ve 1918–1950 yıllarını kapsayacak şekilde, iki kitap halinde yayınlandı. 1983 Yılında sağlık nedeniyle Kurmay Kıdemli Albay rütbesiyle emekli oldu. Dr. M.Galip Baysan Gülser Baysan’la evli ve Seçkin (mimar) ve N. Pınar Baysan (Dr.) adlarında iki çocuk babası olup, halen İzmir’de ikamet etmektedir.